Donald Tusk: Polonya’yı tekrar Avrupa’yla bütünleştirmeye ant içmiş siyasetçi
Polonya’da seçim sonuçları kesinleşti, buna göre son sekiz yıldır kesintisiz bir şekilde iktidarda bulunan ve ülkenin rotasını muhafazakâr ve milliyetçi bir çizgiye oturtarak yavaş yavaş Avrupa’dan uzaklaştıran Hukuk ve Adalet Partisi (PiS) egemenliği sona eriyor.
Her ne kadar cumhurbaşkanı Andrzey Duda tarafından hükümeti kurma görevi önce seçimlerde birinci parti olması nedeniyle PiS liderine verilecek olsa da, bu partinin ne tek başına ne de ideolojik olarak kendisine yakın olan Federasyon Partisi ile birlikte parlamentoda gerekli çoğunluğu sağlaması mümkün değil.
Bu nedenle de ardından hükümet oluşturma görevinin oyların yaklaşık yüzde 31’ini alan Sivil Koalisyon (KO) başkanı Donald Tusk’a verilmesi bekleniyor.
Oluşan meclis dağılımı ve seçim sonrası yapılan açıklamalar da, Sivil Koalisyon, Üçüncü Yol ve Sol Parti’nin mecliste güvenoyu alabilecek çoğunluğa sahip bir koalisyon hükümeti oluşturabileceğini ortaya koyuyor.
Liman işçilerinin direniş şehri Gdansk’tan Varşova’da siyasetin zirvesine
Polonya’da toplumsal yapıyı giderek daha otoriter bir rejime dönüştüren milliyetçi muhafazakâr siyaseti alt ederek, hukuk devleti ilkelerine inananlara ümit veren bir açılım başlatmayı vadeden bu gelişimin mimarı elbette Donald Tusk.
Donald Tusk siyasi kariyerine 20. yüzyılın seksenli yıllarında Gdansk Üniversitesi’nde tarih okurken başladı.
Gdansk şehri, sadece Polonya’da değil, bütün Doğu Avrupa’da hatta Sovyetler Birliği’nde dönemin sosyalist rejimlerinin temellerini derinden sarsan Solidarnosc hareketinin doğduğu şehir.
Tusk, bir öğrenci olarak dok işçilerinin hareketine katılmış ve demokrasi, dayanışma ve toplumsal yaşamda şeffaflık talebini onlarla birlikte yükseltmişti.
Ancak Tusk Polonya’nın çoğulcu demokrasiye geçmesinin ardından, kısa sürede siyasi görüşlerini olgunlaştırıp, iç kavgaların bir türlü bitmediği Szolidarnosc hareketinden ayrıldı.
Tusk’un projesi liberal bir toplumsal yaşamı Polonya’da egemen kılmaktı. 90’lı yılların başında ülkedeki yolsuzlukları sona erdirmek amacıyla bağımsız siyasi oluşumlar hedefledi.
Bu amaçla kuruluşuna ön ayak olduğu Sivil Forum hareketiyle Polonya toplumuna yeni bir ses getirdi. Bu yeni hareketle 2007 yılı erken seçimlerinde yüzde 41,39 gibi çok yüksek bir oyla çoğunluğu sağlayıp iktidara geldi. Ancak 2005 yılı cumhurbaşkanlığı seçimleri bütün siyasi yaşamını belirleyen bir kader anı oldu.
Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin kaderi
Tusk 2005 yılı cumhurbaşkanlığı seçimlerinde liberal ve demokrat kesimin adayıydı. Karşısında milliyetçi ve muhafazakâr kesimin adayı Lech Kaczynski vardı.
Lech ve Jaroslaw Kaczynski ikiz kardeşler de Solidarnosc hareketinden geliyorlardı. Hukuk eğitimi alan ve Tusk’tan 8 yaş daha büyük olan Kaczynski kardeşler liberal Donald Tusk’un aksine Solidarnosc hareketinin muhafazakâr kanadına mensuptular.
Onlar da 90’ların sonunda Solidarnosc hareketinden uzaklaşmış ve kendi partilerini kurmuşlardı. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Tusk nasıl Polonya toplumunun demokratik kesiminin adayı haline gelmişse, Lech Kaczynski de milliyetçi muhafazakâr kesimin adayı oldu.
Aynı köklerden gelen, ancak siyaset sahnesinde birbirlerinden çok uzaklaşan Tusk ve Kaczynski kardeşler arasında ilk büyük çatışma da işte bu 2005 yılı cumhurbaşkanlığı seçimleri kampanyasında yaşandı.
Tusk ilk kamuoyu yoklamalarına göre o yıllarda Varşova belediye başkanı olan diğer önemli aday Lech Kaczynski’nin 10 puan önündeydi. İki turlu seçimlerde Tusk ve Kaczynski ikinci tura kaldı. Ancak ikinci tur yaklaştıkça radikalleşen ve çığırından çıkan kampanyada Kaczynski’nin kurmayları tarafından ortaya atılan ve sonra yalan olduğu anlaşılan bir iddia her şeyi değiştirdi.
Tusk’un dedesi olan Jozsef Tusk’un 2. Dünya Savaşı esnasında Alman ordusunda Nazi subayı olarak görev yaptığı iddia edildi. Bu ağır iddia bazı yorumculara göre seçmenlerin tercihlerini alt üst etti. Sonuçta da cumhurbaşkanlığı seçimlerini Lech Kaczynski az bir farkla kazandı.
Daha sonra bu iddianın doğru olmadığı ortaya çıktı. Tusk’un ailesi Polonya’daki Alman etnik azınlığa mensuptu. Alman kökenli olan dede Jozsef Tusk, Polonya’yı işgal eden Almanlar tarafından zorunlu olarak askere alınmış, ancak on gün sonra Alman ordusundan kaçarak direniş hareketine katılmıştı.
Yenilgiler ve zafer
Cumhurbaşkanlığı seçimlerini ve aynı yıl gerçekleşen genel seçimleri kaybeden Donald Tusk siyasete küsmedi. Sakin, sağduyulu, alçak gönüllü ve halkın arasından biri olarak sevilen bir portre çizen Tusk, seçim kampanyasında kazandığı ünü partisinin tanıtımında ve liberal görüşlerin Polonya’da yaygınlaştırılmasında kullandı.
Bu yıllarda hızla ülke çapında örgütlenen Sivil Forum, 2007 erken genel seçimlerinde yüzde 41,39 oy alarak iktidara geldi. Ancak Donald Tusk’un ezeli rakibi Lech Kaczynski cumhurbaşkanıydı, cumhurbaşkanı makamının veto yetkisi Polonya’da oldukça kapsamlıydı ve böylece ülkede ikili bir iktidar doğmuştu.
Tusk’un başbakanlığı aynı zamanda Avrupa Birliği’ne katılımın ilk yıllarıydı.
Avrupa Birliği’nin merkezi uygulamalarına karşı milliyetçilerin direnişi ve liberalleşmeye karşı muhafazakârların ve kilise çevrelerinin tepkisi toplumu ikiye bölmüştü.
Bu yılların en önemli ve Polonya’nın siyasi geleceği açısından belirleyici olaylardan biri de 10 Nisan 2010 tarihinde Rusya’nın Smolenski bölgesindeki uçak kazasıydı. Aralarında Polonya cumhurbaşkanı Lech Kaczynski ve ordu generallerinin de bulunduğu, 96 yüksek devlet yetkilisini taşıyan Polonya uçağı düşmüştü. Üst düzey Polonya devlet delegasyonu 2. Dünya Savaşında Katyin’de öldürülen Polonya ordu mensupları için düzenlenen anma törenine gidiyorlardı.
Kazadan kurtulan olmadı. Rusya ve Polonya tarafından yapılan soruşturmalardan bir sonuç da çıkmadı. Dosyalar “pilot hatası” tespitiyle kapandı.
Ancak devlet başkanı Lech Kaczynski’nin ikiz kardeşi Jaroslaw farklı düşünüyordu.
Kazadan itibaren yas tutan ve günümüze kadar sadece inatla siyah kıyafetler giyen Jaroslaw Kaczynski’ye göre bu bir kaza değil, siyasi suikasttı. Polonya milletinin can damarı liberaller ve Kremlin işbirliği ile yapılmış ve suikastın gerisinde de Putyin ve Tusk vardı.
Elde hiçbir somut delil olmadan yapılan bu suçlamalar, kaza karşısında şok yaşayan Polonya kamuoyunu etkilediği yönünde tartışmalar olsa da gerçek şu ki, Donald Tusk bir sonraki genel seçimleri kaybetti.
2014 yılından itibaren de Polonya iç siyasetinden uzaklaşıp Avrupa Birliği içinde görevler üstlendi.
Ta ki, 2023 yılında ülkesine dönüp en büyük rakibi olan Jaroslaw Kaczynski’ye karşı zafer elde edinceye kadar.
Avrupa’nın zirvesinde bir Polonyalı
Donald Tusk 2014 yılından itibaren ulusal siyaset yerine Avrupa Birliği düzeyinde amaçları olan bir aktör olarak kendini gösterdi.
Avrupa Birliği’nin devlet ve hükümet başkanlarından oluşan Avrupa Konseyi’nin iki dönem başkanlığını yaptı.
2019 yılından itibaren de Avrupa Parlamentosu içindeki merkez sağ parlamenterleri bir araya getiren Avrupa Halk Partisi grubuna başkanlık etti.
Bu dönemde özellikle Avrupa’nın orta ve doğu yakasında güçlenen otoriter yönetimlere ve hukuk devleti ihlallerine karşı sesini yükseltti.
İngiltere’nin Avrupa Birliği’nden ayrılmasını en çok eleştirenlerin ve Brexit nedeniyle olası bağımsızlık ilanı durumunda İskoçya’nın Avrupa Birliği’ne hemen kabulünü savunanların başında geldi.
Polonya ve Macaristan’daki uygulamaları kastederek, “hukuk devleti, söz ve vicdan özgürlüğü olmadan demokrasi olamaz” cümleleriyle tarihe geçti ve hep Avrupa Birliği’nin hukuk devletini ihlal eden üye ülkelere karşı en sıkı yaptırımlar uygulamasını savunan yöneticileri arasında anıldı.
Sadece Polonya’nın değil, Avrupa’nın kaderini de etkileyebilir mi?
Peki, Brüksel’den Varşova’ya dönen ve Polonya’nın demokrasiden ve Avrupa’dan uzaklaşma eğilimini tersine çevirmeyi amaçladığını ilan ederek girdiği genel seçimlerden başarıyla çıkan Donald Tusk hedefe ulaşabilir mi?
Avrupa Birliği, sorunlu Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinde Tusk rüzgarının esmesi ihtimalinden, 38 milyon nüfusa ve son derece önemli jeostratejik öneme sahip Polonya’da gündeme gelebilecek liberal dönüşümden memnun.
Bunun en önemli göstergesi de, Polonya’daki hukuk ihlalleri nedeniyle kapatılan para musluklarının yeniden açılma ihtimalinin Brüksel kulislerinde dillendiriliyor olması.
AB yardımlarının kesilmesi nedeniyle geçtiğimiz bir buçuk yıl içinde Polonya’ya aktarılması durdurulan kaynakların 60 milyar Euro olduğu düşünülürse bu gelişmenin önemi daha iyi anlaşılır.
Polonya geçtiğimiz yıllarda Macaristan ile birlikte Brüksel’e karşı en sert eleştirileri getiren ülkelerin başında geliyordu. Macaristan ve Polonya liderleri kol kola pek çok kez Brüksel’in planlarını alt üst etmişlerdi.
Şimdi Varşova’da ki bu dönüşüm bölgenin kaderini elbette çok yakından etkileyecek, güç dengelerini Brüksel’den yana değiştirecek.
Ancak Tusk’un Avrupa Birliği’nin batı merkezinde alınan kararların doğudaki sıradan bir uygulayıcısı olarak kalacağını düşünenlerin hayal kırıklığına uğramaları olası.
Avrupa Birliği’nin işleyişini yakından bilen Tusk, kendi görüşlerini Brüksel’de de kabul ettirebilecek ağırlıkta bir siyasetçi.
Tusk’un idaresinde yola çıkan Polonya ekspresi Brüksel’de de sürpriz gelişmelere neden olabilir.